Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

ŞURDAN BURDAN

Köşe yazarlığı biraz biteviye bir iş. Daha iyi yazılar yazabilmek için arada kendini nadasa bırakmak gerekiyor. Bu ülkede konu sıkıntısı çekmek olanaksız, ancak konular hep birbirini tekrarlar nitelikte. Onun içinde kimsenin merakını cezbetmiyor olan bitenler, vasatlar ortamında sıradan olgular geçip gidiyor önünüzden. Böyle durumlarda daha evvel gerek filozoflar tarafından yön gösterici olarak söylenmiş sözlere ya da halk tarafından derlenmiş anonim deyişlere sığınmak lazım ki zaman zaman ben böyle yaparım, iyi gelir…

Yarın ne olacağının hiçbir önemi yok, esas olan karşısında bizim ne yapacağımızın önemi varmış. Mesela Adornoher şeyin kötü olduğu yerde en kötüyü bilmek iyi bir şey olmalı” demiş. Bu iyimser bakış açısı olsa gerek. Karşıt kötümser görüş Âmin Maalouf’tan gelmiş; “Ne mutlu dünyaya hiç gelmemiş olana”. Dostoyevski’nin hayal kırıklıkları ile ilgili hoş bir lafı var: “Aslında insanı en çok acıtan şey hayal kırklıkları değil, yaşanması olasıyken yaşayamadığı mutluluklardır” demiş. Sinema sanatçısı Julia Roberts’den aşka dair beklenmedik bir sözü var, bilmem beğenir misiniz? “Kalbini camdan yaparsan kıran çok olur, demirden yaparsa pas olur. En iyisi denizden yap ki, giren kaybolsun, yüzmeyi bilen kurtulsun, bilmeyen boğulsun…”

Özgürleşemeyen zihin köleleşiyor ve emri altında bulunduğu sistemi ve efendilerini yücelterek kendini ve eylemlerini olumlamaya çalışıyor. Buyurgana ve girdiği boyunduruğa saygı bir ahlak normuna dönüşerek olağanlaşıyor ve hatta olumlanıyor. Kendine olan yabancılaşma asıl olandan farklı hale gelme durumundan çıkıyor, farklı hale gelenin asıl olma durumuna evriliyor. Sonra bilinç oluşturana kadar geçen süreye de “kader” diyoruz…

İngiliz şair Dylan Thomas, “bir sanatkâr için sadece tek duruş vardır, o da dimdiktir” diyor. Şairlerden söz edince Ece Ayhan’dan örnek vermeden geçmeyelim. “Ey gemileriyle birlikte yiten denizler / ve bağlı limanlardır ki, unutulmasın / gerçekte, gemiler terk etmektedir fareleri”. Henüz üç fidanın ölüm yıldönümlerini yeni anmışken Ataol Behramoğlu’nun şu muhteşem dörtlüğü ile bitirelim yazıyı: “Cellat uyandı yatağında bir gece / Tanrım dedi, bu ne zor bir bilmece / Öldükçe çoğalıyor adamlar, / Ben tükenmekteyim öldürdükçe…

Not: Bana biraz izin, yenilenip geliyorum…

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN

Bugünkü yazımıza felsefi antropoloji temelinde “insan nedir” kavramına başkaları için hayatlarını ortaya koyan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan adlı üç fidandan söz ederek devam edelim. Dün Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ölüm yıl dönümüydü. Elli iki yıl önce bu ülke de 25 yaşındaki yurt sever gençler “tam bağımsız Türkiye” istedikleri için asıldılar. Deniz Gezmiş idam sehpasına çıktığında hayatını verdiği mücadelesini şu sözlerle özetlemişti, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm.” Tutuklandıktan sonra babasına yazdığı bir mektupta ise şöyle diyordu: “Baba, sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni. Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm, baba biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız.” Evet Deniz Gezmiş “Marksist-Leninist” olmakla övündüğü kadar “Kemalist” olmakla da övünüyordu. Mahkemedeki savunmalarında kendilerini “Atatürk’ün emanetçileri” olarak tanımlıyor, “Mustafa Kemal’i kendimize silah arkadaşı olarak kabul ediyoruz” diyorlardı. Oysa Mustafa Kemal antiemperyalist olmakla birlikte antikapitalist bir tutum içinde değildi. Sınıf mücadelesinin bölünmeye yol açacağını, milli mücadeleye zarar vereceğini düşünüyor ve 1917 devrimini yapmış olan Sovyetler Birliğinden silah yardımı almasına karşın onun sosyalist politikalarından özenle kaçınıyordu. Ayrıca milli bir burjuva sınıfı yaratarak karma ekonomi adı altında kalkınmaya inanıyordu. Lenin ise “antikapitalist olmadan antiemperyalist olunmaz” demişti. Peki neydi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını Marksizm’e inandıkları kadar Kemalizm’e de inanmalarını sağlayan?..

O günlerde “Türkiye Sosyalist Hareketi” geçmişten gelen doğrusal tarih anlayışını ve buna bağlı olarak “iki aşamalı devrim stratejisi” fikrini benimsemişti. Buna göre her toplum tarihin zorunlu evrelerinden sırasıyla geçmek durumunda olduğundan, bu evrelerden biri atlanarak bir sonrakine erişilemezdi. Kapitalizm öncesinde bulunan gelişmemiş ülkeler sosyalizmin önkoşullarından mahrumdu. Türkiye’nin sosyalizme ulaşabilmesi için önce milli, sonra sosyalist olan iki aşamalı bir devrim öngörülmüştü. Birinci aşamanın tarihsel görevleri, “anti feodal” ve “antiemperyalist” bir ülke kurma göreviydi. Kemalizm bu görevleri yerine getirmek için ilk adımları atan tarihsel bir hareket idi. Deniz Gezmiş ve arkadaşları “Türkiye’nin kalkınması için tek ve zorunlu şart ABD’nin yurttan atılmasıdır” diyorlardı. Bu bakımdan “sosyalistlikleri” ile “kemalistlikleri” arasında neredeyse doğal bir ilişki kurmuşlardı. Sosyalizmi kurmadan önce Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı devrimi tamamlamak ve Türkiye’yi kalkındırmak gerektiğine inanıyorlardı. Mahir Çayan, kendilerinin Kemalizm’in gerçek mirasçıları olduğunu vurguluyordu. Çünkü ona göre, emperyalizmin en tutarlı karşıtları sosyalistlerdi ve Kemalizm’in özü de antiemperyalizmdi. O yılların devrimci gençleri ile Mustafa Kemal arasında sarsılmaz bir bağ oluşmuştu. Onlar da varlıklarını hiçbir karşılık beklemeden Türkiye halklarına armağan ettiler. Ölümsüzlüğün ne demek olduğunu hepimize bir güzel öğretip sonsuzluğa gittiler…

Not: Bu yazıda 06.05.2021 tarihli yazımdan alıntı yapılmıştır.

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

SİYASET VE ŞİİR

Duygusal yazılar pek seviliyor ve daha çok okunuyor. Siyasi yazılara ise işin doğrusu dudak bükülüyor. Oysa bizi, yaşamımızı doğrudan belirleyen şey siyaset. Siz ne kadar uzak kalırsanız, siyasi erkin uyguladığı politika size o kadar çok yaklaşıyor ve aleyhinize çalışıyor, sizi düzenliyor. Eğer boş verip ilgilenmezseniz, o sizinle tahmininizden daha fazla ilgileniyor, haberiniz bile olmuyor ama sizi şekillendiriyor. Aslında siyaset insanlar toplumsal yaşama geçtiklerinden beri çok önemli bir kavram. Adil ve eşit yaşam koşulları doğrudan bulunduğunuz toplumda güdülen siyaset ile ilgili. Doğal olarak tam aksi de geçerli, hukuksuz eşitliksiz bir toplum düzeninden de sizin seyirci kaldığınız siyaset ortamı sorumlu. Çağdaş Çinli sanatçı ve aktivist Ai Weiwei’nin buz dolaplarına magnet olmuş ünlü bir sözü, “her şey sanat, her şey politiktir” diyor. Duygusallık elbet iyidir ve insanın insanca tarafıdır. En yoğun olarak da şiirlerle yaşanır, onun için çok severim şiiri. Kısa, öz, vurgulayıcı, düşündürücü ve yoğundur. Paul Eluard’ın “Asıl Adalet” adlı şiiri de öyle. A. Kadir çevirmiş, aşağıda sizinle paylaşıyorum, “İnsan Nedir” adlı yazıdan sonra o da iyi gelecek…

İnsanlarda tek sıcak kanun, / üzümden şarap yapmaları, / kömürden ateş yapmaları, / öpücüklerden insan yapmalarıdır. / İnsanlarda tek zorlu kanun, / savaşlara, yoksulluğa karşı / kendilerini ayakta tutmaları, / ölüme karşı yaşamalarıdır. / İnsanlarda tek güzel kanun, / suyu ışık yapmaları, / düşü gerçek yapmaları, / düşmanı kardeş yapmalarıdır. / Hep var olan kanunlardır bunlar, / bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar, / yayılır, genişler, uzar gider / tâ akla kadar…

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

İNSAN NEDİR?

Bugün size hafta sonunda yaşadığım bir olayı anlatayım, biraz anı paylaşmış olalım. Ama daha önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Uluslararası bir hizmet kuruluşunun Eskişehir’deki derneğinde yaklaşık otuz seneyi aşkın üye olarak bulundum. Derneğimizde evlilik yıldönümlerimizi, kendimizin, eşimizin ve çocuklarımızın doğum gününü gösteren çizelge, genelde her sene değişen başkanlar tarafından yenilenir ve üyelere dağıtılırdı. Üyelerimizden Cevat Oskay adlı arkadaşımız bütün üyelerin, eş ve çocuklarının doğum gününde, iki eli kanda bile olsa, o üye arkadaşımızı arayarak kutlama güzelliğini gösterirdi. Eğer aramazsa bilin ki Cevat hasta yatağına çakılmış kalmış, elini kıpırdatacak hali yok demektir. Nasıl hiç kaçırmadan her seferinde arayabildiğine şaşırır, hayretler içinde bu yüce davranışının altında ezilirdik. Geçen yıl aralık ayı sonunda Cevat’ı kaybettik, bir nezaket örneği insanlık devini yitirdik. Evet hoş bir geleneğin kurucusu, üstlenicisi ve uygulayıcısı bu dünyaya veda etmişti. Geçtiğimiz cumartesi oğlumun yaş günüydü ve bende kayıtlı olmayan bir numara tarafından arandım. Telefondaki ses kendisinin Cevat’ın oğlu olduğunu ve babasının arşivini devir aldığını, onun oluşturduğu bu inceliği devam ettirmek istediğini söyleyip oğlumun yaş gününü kutladı. Ne diyeceğimi bilemedim, babasının insanlık emanetini devir alıp uygulamaya koyan oğluna en sıcak duygularla teşekkür edip, eşime döndüm ve “önümüzdeki haftanın ilk yazısının konusu belli oldu” dedim…

Zaman zaman buradan “insan nedir” başlığı altında sorular sorup felsefi antropoloji merakımı öne çıkardığım oluyor. Cevat’ın oğlu bana yine bu soruyu sordurtuyor: İnsan nedir? İnsanın fizyolojik, biyolojik, genetik belli tarifleri elbet var. Sadece dürtülere, arzulara ve isteklere dayalı bir hayvansal yönümüz olduğu da bir gerçek. Ancak bunların ötesinde bazı insanca göstergelerimiz de var. Mesela çıkarları zarar görse bile doğruyu seçebilen insanlar var. Bazen kendine rağmen davranabilen, zarar göreceğini bilse bile hiç düşünmeden başkası için olaya dahil olan insanlar var. Söz verip sözünü tutmak için çırpınanlar var. Herkes böyledir demiyorum, ama olanlar var diyorum. Nitekim tarihte böylesi erdemli insanlara rastlanmıştır. İnsanlık uğruna karşılıksız yitip giden binlerce “insan olmuşlar” var.  Yani insan başka canlıda bulunmayan, kendisini aşabilme yeteneği olan bir varlık. İnsanda “insan olmaklık” olanak halinde bulunuyor. İnsanı bu yönü ile görmeyip yalnızca biyolojik bir canlı olarak gördüğümüzde büyük bir indirgemede bulunuyoruz demektir. Teşekkürler evlat; bir kez daha “insan doğulur mu” yoksa “insan olunur mu” sorusunu düşündürdüğün ve bir kez daha insanca, “pek insanca” duyguları anımsattığın için…

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

EVRİM ZİHİN VE GERÇEKLİK

Beynimizin kendimize ettiği oyunların insanlığın yaşamı, düşünceleri ve farkındalığı üzerinde çok büyük etkileri olmuştur. Yaşadığımız yer yüzü; doğuş, bozuluş ve sonluluk üzerine kurulu, ebedi olarak süren bir döngü şeklinde seyreden olgular dizisidir. Canlılar aslında doğduğunda ölmeye başlıyor. Bir süre hayatta kalıyorlar sonra yavaş yavaş bozuluyorlar ve ölümle kaçınılmaz olarak buluşuyorlar. Bunu bilerek yaşamak çok korkunç. Ancak insan dışındaki canlılar bunu bilmiyorlar, onlar için sıkıntı fazla değil. Ama insan öyle mi? Ölümü evrim sürecinde farklılaşan beyinleri sayesinde kavrıyorlar. İnsanlar beş milyon yıldır süren insanlık serüveninin belki de son kırk bin yılında epizodik belleğin evrimi ile bunun farkına vardılar ve başkalarının başına gelen ölüm olgusunun kendilerinin de başına gelebileceğini anladılar. Ölümden nasıl kurtuluruz düşüncesi zihnimizin yardımıyla dinleri ortaya çıkardı. Dinlerin ölümün kaçınılmazlığı karşısında zekanın aldığı önlem olduğu söylenir. Doğanın koruyucu bir tepkisi, bir panzehri olarak görülür. Sonsuz yaşama kavuşma imgesi insanlığı yaşamda tutmaya yarar. İnsan dışında hiçbir canlının bilmediği şey, bu geçici dünyada sonlanan yaşamın fazlasıyla ve sonsuz şekilde öteki dünyada sürecek olmasıdır. Bu kavrayış süreci dünyanın çeşitli yerlerinde birbirinden bağımsız şekilde aynı zamanlarda gerçekleşmiştir. İnsanlık böylece ölümsüzlüğü keşfetmiştir…

“Doğru”, “gerçek” ve “hakikat” kavramlarını da beynimizi olaya katmadan ayırıp, anlayabilmek pek mümkün gözükmüyor. Bu üç modernist değeri birbirleriyle karıştırmamak çok zor. “Doğru” dediğimiz kavram insandan insana, durumdan duruma, kültürden kültüre değişebiliyor. Bu anlamda matematik ve geometri alanlarının dışında evrensel bir doğrudan da söz edemiyoruz. Bilim bile öyledir. Öyle ya bilimin özelliği yanlışlanabilir olması değil mi? Hakikatte doğru gibi değişebiliyor. Zihinden zihne, insandan insana fark edebiliyor. Sonuç olarak “hakikat” insanın zihninde yaptığı yorumdur. İçlerinde farklı olan “gerçek”tir. Hakikat gibi zihne bağlı olarak değişim göstermez, gerçek tektir ve değişmez. İnsanların doğruları da hakikatleri de bunun için gerçeklere dayanmalıdır. Onları değerli kılan kriter, gerçekle uyumlu olmalarıdır. İnsan düşüncelerinin farklılığı doğru ve hakikat kavramlarının göreceliliğinden kaynaklanır. Herkes doğruyu ve hakikati kendi zihninde eğip bükmese bu kadar yanlışa düşülmez. Gerçekle ne kadar iç içeyiz o kadar doğru ve insanca yaşıyoruz demektir…

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

CUMHURİYET VE BİN YILLIK KAVGA

Kafalara iyice kazınması için her alanda, her mecrada Cumhuriyetin değerini bıkmadan usanmadan söylemek ve yazıp çizmek lazım. Bir din-tarım toplumundan bir endüstri ürünü olan Cumhuriyete geçebilmek için “sanayi” yerine “eğitimi” aracı olarak kullanmak hiç kolay olmadı. Bu itici gücün dinamosu olarak geçen hafta açılışının 84. yılını kutladığımız “Köy Enstitüleri” seçildi. Enstitüler olmasaydı köy çocuklarının gidecekleri okulu yoktu, olsa bile ailelerinin okutabilecek gücü yoktu. Onlar sıradan okullar değillerdi. Bilimsel araştırmanın, sanatın, eğitimin merkezi, teorinin pratiğe döküldüğü yerlerdi. Ancak Köy Enstitülerini fazla yaşatmadılar. Onları kapatıp yerlerine İmam Hatip okullarını açtılar. Cumhuriyeti, devrimlerini ve çağdaşlığı özümseyememiş kara zihniyet toplumun sürü olmaktan kurtulmasını, kulluktan çıkıp yurttaş olmasını bugün de istemiyor. Cumhuriyet devrimlerinin en büyüğü olan “Eğitimde Birlik” yasasını hiçe sayarak laik, çağdaş, bilimsel eğitim sisteminin yerine eğitimin dinselleştirmesi çabalarına tanık oluyoruz…

Aslında bu kavga bin yıldır, Gazali (1058-1111) ile İbni Rüşd’ün (1125-1198) tartışmasından beri sürüyor, yeni bir kavga değil. Osmanlı İmparatorluğu döneminde 15. Yüzyılda Fatih Sultan Mehmet zamanında makus talihimizi yenmek adına bir fırsat daha doğduğu söylenir. O dönemde ulema ve dönem bilginlerinin katıldığı felsefi tartışmaların yapıldığı biliniyor. O tartışmaların birinde imparatorluğun Platon ve Aristoteles’in izinden gittiklerini varsaydığı Farabi ve İbni Sina’yı kendisine hedef seçerek onların felsefi düşüncelerine karşı çıkıp, saldırgan bir tutum izleyen Gazali’yi mi yoksa kendi dönemin ilerici filozofu, Aristoteles’in en büyük yorumcusu, İbni Rüşd’ü mü takip etmelerinin daha doğru olacağı ulemaya sorulur. Ulemanın yanıtı doğal olarak İslam’da içtihat (yorumlama, yeni kural koyma) kapısını kapatarak, ümmeti soru soran ve eleştiren değil, itaat eden, boyun eğen bir topluluk olarak tanımlayan Gazali’den yana olmuştur. Hoş Fatih Sultan Mehmed’in tavrının da bir yönetici olarak benzer olacağı açıktır. Ortaçağ’da dinlerin her zaman devlet yönetimlerinin yanında kolaylaştırıcı rol oynadıkları bilinen bir gerçekliktir. Günümüzde Diyanetin üstlendiği görevde de herhangi bir değişiklik olmamış tutum aynen sürdürülmektedir…

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

TÜRK AYDININ ŞAŞKINLIĞI

Türk aydının kızgınlığı geçen seneki “Cumhurbaşkanlığı” ve “Genel Seçimlerden” sonra doruğa ulaşmış ve halkı suçlayanların sayısı da inanılmaz ölçüde çoğalmıştı. Öyle ya, bunca yolsuzluk, usulsüzlük, kamu mallarının, ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarının güzelim kıyıların yağmalanması, şehirlerin çarpık betonlaşmaya boğulması, kadın katliamları, çocuk istismarları, artan yoksulluk, üstelik insanların depremlere kurban edilmesi ortadayken, hâlâ gerçekleri görmek istemeyen bir halk tüm olan bitenin nedeni olan aynı iktidarın devamı konusunda ısrarını sürdürmekteydi. Özetle bütün olup bitenden halk sorumlu tutuldu. Ancak muhalefet partilerinin ve liderlerinin acınacak hali, aydınların ne gibi sorumluluklar taşıdıkları, halka ne kadar ulaşabildikleri, onun geçim kavgasına ne kadar katılabildikleri hiç sorgulanmadı. Kültür ve edebiyat dünyasında yer alan tanınmış yazar ve sanatçıların ne kadarının halkın yanında olduğu hatta onun önünde yol göstericilik yaptığı, ya da kol kola beraberce yürüdüğü de ayrı bir tartışma konusudur…

Bu çarpıcı sonuçların alınmasın üstünden daha bir yıl geçmeden yapılan yerel seçimlerde ise, halk bu kez tam tersi bir icraat göstererek muhalefete pirim verip sorumluları cezalandırma yönüne gitmesi Türk aydınında bir şaşkınlığa yol açtı. Halkın cahil olduğunu ve kolaylıkla kandırılabildiğini savunan, halka güvenmeyen, demokrasiye erken geçtiğimizi, önce zorla da olsa bir aydınlanmanın yaşanması gerektiğini, ancak daha sonrasında çok partili yaşama geçiş yapılmasını savunan aydınların bir kısmı dondu kaldı. Bu kadar kısa sürede neler olup bittiğini tam anlamıyla anlayamadı. Ne yazık ki İsmet İnönü’nün dediği gibi tarih bir satranç oyunu değil, satrançta olduğu gibi hamleleri geri alıp bir başka strateji izleme olanağı yok. Çok partili hayata daha geç geçseydik bugünlerin çok daha karanlık olmayacağını kim söyleyebilir? Şu sıralar herkesin şapkasını önüne koyup düşünmesinin zamanıdır. Halka tepeden bakan ve aşağılayan tavrın acilen terk edilmesi gerekmektedir, bu sosyolojik problem çözüldüğünde gerçek aydınlanma mutlaka yaşanacaktır. Halkın tepkisi ağır ve geç oluşuyor, ancak çok ses getiriyor. Toplumsal olgularda ondan daha büyük bir güç olmadığı da çarpıcı bir gerçeklik. Unutmayalım faşizmler bile iktidarlarını sürebilmeleri için ona ihtiyaç duyuyor…

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

NASIL GERİ ZEKALI OLDUK

Bayram dönüşü sizi derin konularla sıkmayayım. Sosyal medyada yıllardır dolaşan, beni her okuduğumda hem güldüren hem düşündüren, bilmeyenler varsa onlara da aktarayım diye zulamda sakladığım bir paylaşımı, birazda katkı yaparak, yeri geldi şimdi yazayım. Bilmeyen varsa biraz da onlar gülsün, biraz da onlar düşünsün…

Milyonlarca yıl süren evrimden sonra, gelişimini 50.000 yıl önce tamamlayan insanoğlu; beyin ve zekâ olarak genetik değişimine uygun hızla evrilseydi şu anda galaksiler arasında seyahat ediyor olabilirdik. Eski Krallık döneminde Mısır’da fizikçi ve gök bilimci Kamose-Menes, anıt mezarların ve piramitlerin ölümden sonra, oralara gömülen kimseyi canlandırmayacağını söylediği için öldürüldü. Soyu devam etmedi. Antik Mısır’ın diğer bir filozofu Amentebat ”insanları mumyalayarak öbür dünyaya gönderemezsiniz” dediği için ailesi ile birlikte yok edildi. Soyu devam etmedi. Romalı Flavus Lucretius Claudius, matematikçi, gökbilimci ve filozof; Roma Tanrı’larının masal olduğunu söylediği için katledildi. Soyu devam etmedi. Yunanlılar, devrin en büyük filozofu Sokrates’i 2500 yıl önce Yunan tanrılarına inanmadığı için öldürdüler. Soyu devam etmedi. İtalyan filozof, rahip Giardano Bruno “kapalı evren” görüşünü ilk reddedenler arasındaydı. Dünya güneş etrafında dönüyor dediği için Kilise tarafından Roma’da diri diri yakıldı. Soyu devam etmedi. Ortaçağda sadece Avrupa engizisyon mahkemelerinde 50.000 aydın, düşünür, filozof, sanatçı yakıldı. Soyları devam etmedi…

Paleolitik çağdan itibaren son 40.000 yılda istatiksel olarak sayıları 143 milyon olarak hesaplanan üstün zekalı insan; “dinlere, tanrılara, dogmalara, tabulara, masalara” inanmadığı için katledilmiş ve hiçbirinin soyu devam etmemiştir. Soyları devam etseydi bugün dünya insan popülasyonunun %5’i değil %35’i üstün zekalı olacaktı. Öyle olunca; Endülüs ve İskenderiye kütüphaneleri ve daha niceleri yanmamış olacaktı. Bilim, sanat, felsefe üreten değerli insanlarla birlikte, bugün fosil yakıt kullanmadan daha temiz bir dünyada daha mutlu bir şekilde yaşıyor olacaktık. Bizim de zekâ seviyemiz bugünkü aptal halimizle kıyaslanmayacak kadar yüksek olacaktı. Akşam sokağa çıkınca birbirinize bakın ve bilin ki hepimiz geride kalan düşük zekalı insanların torunlarıyız. Akıllı, üstün zekalı nesil tarih boyunca yobazlar tarafından öldürüldü. Akıllı ve zeki insanların genleri yok edildikleri için aktarılamadı, geriye doğal olarak biz kaldık…

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

SEÇİMLERE DAİR

En son yazımı bir hafta önce seçim gecesi yazmış ve bazı özel işlerimi halletmek için izin istemiştim. Son yazımda tatmadığım duygular içinde olduğumu, içimi bilinmeyen bir sevincin kapladığını da belirtmiştim. CHP’nin pek de umulmayan kertedeki büyük zaferi, uzun yıllar özlemi çekilen bir özgürlük rüzgarının esmesine ve bu haliyle de kaçınılmaz olarak, siyaset içerikli yazılar pek sevilmemesine karşın, aynı konu üzerinde bir yazı daha yazmama neden oldu. Avrupa’da ve tüm dünyada sağ yükselirken bizde sosyal demokrasinin yükselişe geçmesini nasıl açıklayabiliriz ki? Yaşananlara biraz soğukkanlı yaklaşmak gerektiğine inanıyorum. İlk kez oy kullanan “Z kuşağı” ile belki de son kez oy kullanan “E kuşağının” (emeklilerin) anlaşılabilir tercihleri dışında, ne oldu da halkımız yirmi küsur yıldır sürdürdüğü azimli ve sebatkar tercihini değiştirdi, desteğini AKP’den geri çekti. Söz konusu iki kitlenin seçimleri böylesine etkilemesi pek mümkün değil gibi geliyor bana. Boş tencere elbet etkendir, ama o tencere senelerdir boş değil mi? Bu halk yıllardır sadaka kültürü ile makarna kömür siyasetine kurban edilmedi mi? AKP’yi yakan kibir sorunundan söz ediliyor, odacısından en üst yöneticisine söz konusu kibir yeni yapışmadı ki o suratlara. Halktan kopuş mu belirginleşti acaba? Hatay da iyice su yüzüne çıkan tehdit ile oy isteme de yeni bir olgu değil. Yolsuzlukları, kayırmacılığı hiç saymıyorum bile, başlangıçtan beri hep vardı onlar…

Tüm bunlara ek olarak yıllardır örselenen Cumhuriyet devrimlerine, altı oyulan laikliğe, yok edilen hukuka, ülkenin şeriat devletine evrilmesine ses çıkarmayan halkımız ne oldu da “gayrık yeter” dedi. Halkımızın bilinç seviyesi on bir ayda gelişir ve değişir mi? CHP’nin değişim içinde olduğu fikrine de pek katılamıyorum, söylemlerinde pek de büyük farklılıklar yok. Parti Genel Başkanın değişmesinin bu kadar oy getireceğini kimse inandıramaz bana. “Ekmeleddin’e bile oy veren, yaşadığı hayal kırıklıklarına karşın küsmeden Cumhuriyet devrimleri ve laiklik için mücadelesini sürdüren CHP seçmeni, sağduyulu demokratların CHP tercihi, İYİ Parti yönetiminin yanlış politikaları, büyük şehirlerde DEM Partisi seçmenin tercihi ile AKP seçmeninin bir ders verme öngörüsüyle sandığa gitmemesi, gidenlerin bir kısmının da YRP’yi tercih ederek oyları bölmesi”, bu sonucun alınmasına yol açmış olabilir. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: CHP ülkenin kurucu partisidir ve verilen emanet oylarla yeniden var olabilmenin büyük fırsatını yakalamıştır. Bu fırsat asla harcanmamalı, makus talih buradan döndürülmelidir… Seçilen belediye başkanlarına ve parti yönetimine büyük görevler düşüyor…

Herkesin bayramını kutluyorum.

Standart
Sakarya Gazetesi Köşe Yazıları

KAZANAN CUMHURİYETTİR

Bu yazıyı yazmak için seçim gecesinin bir yarısı, bilgisayarın başına geçtiğimde, sonuçlar karşımda, içim kıpır kıpır, yüreğimde gizli bir sevinç, her yanımı bir hoşluk kaplamış pek tatmadığım duygular içindeyim. Dile kolay yetmiş yaşından sonra ilk kez oy verdiğim bir parti yarışı önde götürüyor. Gerçi daha evvel de önde bitirdiğim bir seçim olmuştu ancak hayli gençtik ve bu günkü kadar sevinmemiştik. Demek ki son yıllarda dibe vurmuşuz. Sevincim; seçim sonuçlarını gösteren Türkiye haritasının sahillerinin kırmızı rengi içeriye, Anadolu’ya doğru yayılıyor olmasından. Umudun resmidir bu; bakanlarıyla, Cumhurbaşkanlığı olanaklarıyla, tankıyla topuyla, haksız hukuksuz bir seçim sürecinde bile halkın, karşısındaki gerici dinbaz yapıya, tabanda birleşip dur diyebilmesi önemli bir gelişme. Birtakım illerin kazanılmasından öte; insanı ötekileştirmeye, ceberut yönetime, hukuksuzluğa, parti devletine, tarikatlara ve cemaatlere prim verilmeyeceği haykırılmış oldu. Tabanda Cumhuriyet ittifakı kazandı…

Seçim sonuçları değişmez sanılan üç argümanın belini de kırmış oldu; Biri AKP’nin Erdoğan olduğu sürece yenilmez olduğu varsayımı, ikincisi CHP’nin yüzde yirmi beş oyu geçemeyeceği söylemi, üçüncüsü de ekonomi vatandaşın seçimini etkilemez düşüncesi. Bunların hepsi çöpe gitti, 2024 yılı gerçekten emekliler yılı oldu. Tabii bir de tali düşünceler var çöpe giden. Yani yan ürünler de yıkıldı doğal olarak. Bunlarda; eğer Kılıçdaroğlu’nun “Partinin başına geçme” gibi bir hevesi varsa hala, bir daha inmemek üzere rafa kalktı. Bir de Erdoğan’a “bizi terk etme” diye ağlayan Bahçeli’nin göz yaşları boşa düştü, o da üzücü. Dış ülke liderleri, özellikle Amerika ve Rusya, karşısında da seçimi kaybetmiş bir lider olarak Erdoğan’ı ve ülkeyi zor günler bekliyor olsa gerek. Öyle ya karizma çizildi bir kez, daha yeni oyların yaklaşık yüzde 88’ini (!) alan Putin karşısında pek geriye düştü. Bu durumu; olan bitenin Cumhuriyetin bir baş kaldırısı olarak, hukukun, demokrasinin ve laikliğin çağdaş zaferi olduğunu onlar da anlamışlardır umarım…

Standart